2018 Hindistan tatilimizde, Hindistan’ı keşfimizin son günlerine yaklaşırken, bir sabah alacakaranlıkta, Himalayaların tepesindeki manastırda gün doğumunu seyretmiş, ardından pek de planlamadığımız bir şekilde, bizi çağıran doğanın kalbine inmeye başlamıştık. Sanırım o gün orada olan herkes için bir şekilde milat olmuştur o iniş. Hepimiz için çok zorlu bir parkurdu, hazırlıklı değildik, isyan halindeydik, nerede biteceğini bilmeden aşağı inip duruyorduk, 12 km inmişiz. Fakat hiç kimse şikayetçi değildi, sona yaklaşırken gözlerden yaş gelse de, yol boyunca tanık olduğumuz renk cümbüşü, doğanın korkunç ve bir o kadar huzurlu sesi, insanın elinin kirletemediği bir kesite tanıklık ediyor olmanın muazzam ayrıcalığı, bazen bir su kenarında verilen küçük molaların şükrü, ıssız ve bilinmez olanın cezbedici merakı ile en son noktaya dek acı içinde sürüklenmekten kendimizi alıkoyamayışımız… “Tamam, bittim, yeter” derken hiçbir şeyin bitmediğini görmek: “Ben bu etten kemikten fazlayım ve üstelik bana ‘bittin!’ diyen zihnimden de büyük bir irade var içimde.” Doğanın asla tekdüze olamayan o çeşitliliği: Bilgisayar oyununda gibi, zorluk derecesi değişen yepyeni maceralara atılmak ve her dem taze kalmak. ‘Anladım!’ demenin imkansızlığı. Doğaya yakın olmak demenin, doğanın içinde olmaktan çok daha fazlasını ifade ettiğini idrak edişimiz. Çünkü doğaya karışmak demek, onu olduğu gibi kabul etmek, bazen coşup bazen korkmak ve bitip tükenmeyen garanticiliğimizi köşeye bırakıverip, uçsuz bucaksızlığa ve bilinmeyene teslim olmak demek. Mucizeye tanık olmak demek. Ben bu mucizenin içinde neredeyim, düşünüp bulamamak, doğanın içinde kaybolmak… Ve bunu iliklerine dek hissetmediğin hiç bir an, ben doğaya karıştım diyemezsin.💚