Salda, Kazdağları, Urla ve daha nicesi.
Dünyanın dört bir yanında, hani olur da yarın gidebilirse Mars’ta dahi, sınır tanımayan katliamlarıyla insanoğlu, tüm bu hadsiz dokunuşlarıyla aslında kendi çocuklarına kıydığını ne zaman fark edecek? Muhtemelen hiç bir zaman. Öğrencilerimden biri, Geyikbayırındaki inzivamızda sessizce doğaya karıştığımız bir anda yaşadığı deneyimi anlatmıştı: Suyun altında çakılı gördüğü sigara paketini iyi niyetle oradan alıp atmak istemiş, paketi yerinden oynattığı anda, içinden onlarca böcek fırlamış ve kaçışmıştı. “Belki de yuvalarını bozdum, müdahale etmemeliydim, doğa o lanet olası sigara paketini bile yuvaya dönüştürmüş, işlevsel hale getirmişti…” Haklıydı da. Doğa her zaman kendine bir varoluş yolu bulacaktır. Ama biz bu doğanın dışında bir var olma yöntemini ne yazık ki bulamayacağız. Bununla ilgili geçenlerde bayılarak takip ettiğim Evrim Ağacı’nda paylaşılan, her kelimesine ortak olduğum yorumu alıntılamak isterim:
“İnsanlar olarak Doğa Anayı narin ve bize her türlü kucak açacak, sıcak bir “anne” gibi düşlemeye meyilliyizdir. Halbuki Doğa Ana daha ziyade kendisine sırt çevirenleri hiç beklenmedik bir anda, gözünün yaşına bakmadan tarih sahnesinden silebilen, son derece disiplinli ve “çocukları” arasında hiçbir ayrım yapmayan bir anneyi daha çok andırmaktadır. Bir diğer sık düşülen yanılgı da, insanlığın kendi kendisini yok ettiğinde her şeyin biteceği sanrısıdır. Muhtemelen her şey o zaman başlayacaktır ve bizler, hatırlanmayacağız.”
Tıpkı George Carlin ustanın da dediği gibi: “World is just fine, WE are fucked up”.
Doğayı bize ait, malımız, mülkümüz bellemek yerine, kendimizi onun bir uzvu, parçası, uzantısı olarak görmek dileğiyle.