“Şimdi sen, uzattığın elini tutmayan ele mi dargınsın; yoksa tutmayacak bir ele uzanan kendine mi?” Mevlana
Sabah saatlerinde Koç burcunun orta derecesinde gerçekleşecek dolunay, haritanın ben-biz aksına yerleşerek, yoğun ve parlak ışığını ilişkilerimize yansıtıyor.
Dolunay, hem başkalarıyla hem de kendimizle olan ilişkimizde, razı geldiklerimiz ile gerçekte arzu ettiklerimiz arasındaki farkın altını çizerken, konuşulmayan sessiz gerçeklerin tıpkı kanalizasyon gibi taşarak, kapımızın önüne kadar geleceğine ve bu kez onları görmezden gelemeyeceğimize işaret ediyor. Dolunayın yükseleninde yine ilişkileri sembolize eden Terazi burcu var ve yöneticisi Venüs, Güney Düğüm’le kavuşarak geçmiş defterleri masaya getiriyor. Venüs zaten Başak burcunda son derece memnuniyetsiz bir konumdayken, bir de Satürn’le karşıtlık kurarak, yetersizlik hislerini köpürtüyor.
Belki sevgiye dair bir yoksunluk içerisindeyiz, ancak bu hislerin öznesini dürüstçe ortaya koyamıyoruz. Sistemimiz iğneyi hep kendine batırmak üzere kurulmuş. Belki mağduruz, belki değiliz ancak bir şekilde hep mahkumuz. İlişkilerin dengesini kuran o tartı sanki bir tek bize bozulmuş. Almaya gelenler, iş vermeye gelince yok oluyor. Kendi hatasını örtbas etmek isteyenler bizi tek kalemde harcıyor, hem de göz göre göre. Tüm bunları görüyoruz da, gözünün içine bakamıyoruz. Gün gibi ortada duran bir hakikati, zihnimizin kuytu karanlık, kilitli, yasaklı mahzeninden çıkarıp, gün ışığına kavuşturamıyoruz. Çünkü dinlemiyoruz iç sesimizi. Kendi gücümüzü hissedemiyoruz, çünkü susturmuşuz ruhumuzun tutsak kaplanlarının deli kükreyişlerini. Kendi sesimize sağır olmuşuz.
Güvensizliğimizin cılız sesi, cesur kaplanlarımızın kükreyişini bastırıyor; güçlü ve mutlu olmayı beceremeyeceğimizi bozuk bir plaktan tekrar tekrar dinliyoruz. Merkür sıfır derece Akrep burcunda, kolektiflerle sert açılar kuruyor. Sıfır derecenin o ürkek, toy ve kendini bilmez doğasında, kaderimizmiş gibi korkularımızın esiri oluyor, bildiklerimizi bile unutuyoruz. Akrep’in en derin sessizlikte dahi vakıf olduğu sırları duymazlıktan geliyor, yanlı ve yanlış bir inanca bile bile kapılıp, kendimizi yeriyor, üzüyor, eziyoruz. Haksızlığa karşı susmaktan tıkalı boğazımız, birikmiş öfkemiz ve içeride ne denli kükrerse kükresin bize sesini duyuramayan kaplanlarımız ile ruhumuzun sesini asla duymuyoruz. Bir başkasının küflenmiş yalanları kadar bile değer vermiyoruz o sese.
“Küçük hakikatin berrak sözleri vardır. Büyük hakikatin ise mükemmel sessizliği.” Rabindranath Tagore
Ve sen! İçten ya da dıştan, nereden gelirse gelsin, zihnine sinsice sızan manipülasyonlara karşı dimdik durmanı söyleyen sesi asla dinlemiyorsun. Kaplanlarının zincirini kim tutarsa tutsun, onu tek bir hamlede devirip bu sahte oyundan çıkabileceğini, gerçek varoluşuna doğru -gerekirse bir müddet tek başına- koşmanın, yeniden doğumun olacağını, aslında zincirin tutulmasına da, onun kırılmasına da gerek olmadığını ve kendi hür iradenle var olma cesaretini kimseye borçlu olmayacağını kulağına fısıldayan o sesin sözünü hiç dinlemiyorsun. Tüm olanların ardında senin bir hatan olmuşsa da karşılığında asla böyle bir ders ve böyle bir bedel olamayacağını, sana inatla ve ısrarla bu işte feci bir yanlışlık olduğunu haykıran kükreyişleri asla duymuyorsun…
Çünkü kendine, özüne, sezgine güvenmiyorsun. Oysa şimdi… dolunayın yöneticisi Mars en güçlü yerinde bizleri Kuzey Düğümün bilgeliğine taşırken, her şeyi ve en başta duygularını her an kontrol etmeni salık veren o yalancıyı susturup gerçek arzularının sesini dinlemeye başlamanın tam vaktidir. Bir başkasının çıkarları yerine seni koruyan bu sesi duymanın, bir başkasının yargısı yerine kendi bildiğine güvenmenin, çarpık vaazlara değil özden fışkıran bilgeliğe kulak vermenin vaktidir şimdi… Neden kendi gözüne, kalbine, zihnine inanmadığını sorgulama vakti… Neden muazzam ve eşsiz varlığının tek başına, kendi iradesi ile müdanasızca hayatta kalabileceğine, kendi için doğru seçimler yapabileceğine, gerçekten istediği gibi bir hayat yaşayabileceğine inanmıyorsun?
“Kendini küçük görmeyi bırak. Sen yürüyen evrensin.” Mevlana
Yengeç’te parlayan Jüpiter, dolunayla birlikte Şiron’u karelerken, en derin, en temel, en öz yaralarımıza parmak basılıyor; çok uzaklara düşen bir şimşekten irkilip yorganın altına sığınan o çocuğun mantık dışı korkuları gibi, zihnimizde dönüp duran film, her defasında aynı ezbere, aynı mutsuz sona bağlanıyor.
Oysa yaşam denen bu filmin senaryosunu kim yazarsa yazsın, en nihayetinde biz yönetiriz: kararlılığımız ve irademizle yön verdiğimiz eylemlerimiz başroldedir ve bunlar, bir başkasına devredilemeyecek denli kıymetlidir.
Var mısın bir kez olsun yönetmen koltuğuna oturmaya, o cesur kaplanları duymaya, zincirlerini kırıp bu kez özgür bırakmaya?
Sevgiyle ve ışıkla♥️
9.10.2025